Not: Yazı ilk defa siyasetkahvesi.net adresinde yayınlanmıştır
Birinci Dünya Savaşı’ndan şahsen duyduğum dört hikâye paylaşacağım. İkisi Kürt arkadaşlarımdan duyduğum, biri ise kendi aile tarihimden. Bu hikâyeler, savaşın acımasızlığını, komşuların nasıl düşmana dönüştüğünü ve insanlık adına neleri kaybettiğimizi anlamak ve daha önemlisi tarihe daha önceden bakmayı hiç düşünmediğiniz “vicdan” penceresinden bakmak için bir pencere açmış olsun.
Diyarbakır’dan Bir Hikâye: Çeşme Başında Cinayet
Diyarbakırlı Kürt bir arkadaşımın büyükannesi, savaş yıllarında köylerindeki çeşmede çamaşır yıkıyormuş. Köy, Müslüman Kürtler ve Hristiyan Ermeniler arasında bölünmüş durumdaymış. Bir gün, atlı bir asker çeşmeye gelip durmuş ve halifenin gayrimüslimlere karşı cihat ilan ettiğini duyurmuş. Bunun üzerine büyükannenin büyükannesi, orada çamaşır yıkayan iki Ermeni kadına saldırmış ve onları çeşmede boğarak öldürmüş. Bu olay, hem savaşın hem de insanların birbirine karşı nasıl canavarlaştığının acı bir örneği.
Bingöl’den Bir Hikâye: Nehrin Kenarında Katliam
Bingöllü başka bir Kürt arkadaşım ise kendi ailesinden gelen korkunç bir hikâyeyi anlattı. Savaş sırasında Müslüman köylüler, Ermeni komşularını bir nehrin kenarında toplar ve kurşuna dizerler. Hatta kim daha fazla kişiyi tek bir kurşunla öldürebilir diye yarıştıkları bile anlatılır. Kadınlar ve çocuklar dahi bu kıyımdan kurtulamamış. Ancak ertesi gün bir bebek ağlaması duyan köylüler, annesinin cesedi arasında hâlâ hayatta olan bir bebeği bulmuşlar ve onu kendi ailelerinde büyütmüşler. Bu olay, bir tarafta insanlığın karanlığını, diğer tarafta kalan son vicdan kırıntısını gözler önüne seriyor.
Bu iki olayı arkadaşlarımın bana bizzat anlattıklarından aktarıyorum. Bağımsız kaynaklardan doğrulama imkanım yok. Ama aile hikayeleri ve sözlü tarih önemli kaynaklardır.
Cayır Cayır Yakılan Müslümanlar
Savaş zamamında bir zamanlar aynı toplumun parçaları olan grupların birbirine karış işledikleri korkunç vahşetin bir başka örneğini Adanalı bir Türk arkadaşım anlatmıştı. İlçelerinde Ermenilerin Müslümanları kadın, çoluk çocuk demeden bir camiye doldurup nasıl canlı canlı yaktıklarını anlatmıştı.
Trabzon’dan Aile Hikâyem: Alevlerin İçinde Kaybolan Bir Can
Kendi ailemden bir hikâye de var. Ben Kürt değilim, Karadenizliyim. 1916’da Rusların Trabzon’u işgal etmesiyle büyük bir kaos yaşanmış. Ailemin genç ve orta yaşlı erkekleri savaşta ölmüş, geride sadece kadınlar kalmış. Ailem can ve namus korkusuyla kaçmaya çalışmış. Ancak engelli olan büyük halam, henüz 14-15 yaşlarındayken köyde kalmak zorunda kalmış. Rus askerleri köyü basıp evleri ateşe vermiş. Büyük halam, o evde diri diri yanmış. Ailemin aktardığı bu acı hikâye, savaşın ne kadar yıkıcı ve insanlık dışı olduğunu anlatıyor.
Osmanlı’nın Dağılma Sürecindeki Karşılıklı Trajediler
19. yüzyıl ve 20. yüzyılın başları, Osmanlı İmparatorluğu için en uzun ve sancılı dönemdi. Bu geniş imparatorluk, sayısız etnik ve dini grubu barındırıyordu. Ancak imparatorluğun çöküş sürecinde, gerek Müslüman gerek Hristiyan toplulukların birbirlerine karşı işledikleri zulümler, Avrupa’daki emsallerinden ne daha az ne de daha fazla acımasızdı.
20. yüzyıl, Doğu Avrupa’nın eski topraklarına milliyetçilik fikirleriyle darbe vurdu ve tüm halklar kendi ulus devletlerini kurmak için birbirine düşman kesildi. Balkanlar’daki devletler (Yunanistan, Karadağ, Bulgaristan, Sırbistan gibi) Osmanlı’ya karşı zafer kazanıp bağımsızlıklarını elde ettiklerinde, bu süreç aynı zamanda bölgedeki Müslüman nüfusa yönelik etnik temizlikle sonuçlandı. Bu dönemde yaklaşık 5 milyon Müslümanın öldürüldüğü veya yerinden edildiği tahmin ediliyor.
Anadolu’daki Türkler ise, imparatorluğun asli unsuru olduklarını düşündükleri için ellerinden geldiğince imparatorluk fikrini korumaya çalıştılar ve bu yüzden milliyetçilik akımına daha geç kapıldılar. Ancak tıpkı diğer ulus-devlet kurma süreçlerinde olduğu gibi, bu sefer de Anadolu’nun Hristiyan nüfusları (Rumlar ve Ermeniler) bu dönüşümün kurbanları oldu.
Ama bunlar siyasi tarihin konusu, insani veya vicdani tarihin konusu değil. Bu gerekçeler ve süreçlerin analizleri yapılırken, oğlu canlı canlı yakılan babanın yaşadıkları, karnındaki çocuğu süngü ile parçalanarak çıkarılan hamile annenin hissettikleri, tanımadığı amcalar tarafından toplu tecavüze uğrayan çocuğun aklından geçenler, ya da bu vahşeti işleyenlerin bunları yaparken insanlıklarını ve vicdanlarını nasıl teskin ettiklerine ilişkin konular konuşulma ve tartışılmaz. Öyle anlaşılıyor ki ölüp giden, hayatları, umutları, hayalleri, canları ve ırzları yok edilen milyonlar kimsenin umrunda değil.
Tarihi Vicdanınızdan Kaçırmayın
Bu hikâyeler, farklı kimliklerin birbirine üstünlük sağlama çabası içinde milyonlarca insanın hayatını nasıl hiçe saydığını gösteriyor. Savaşın ne kadar yıkıcı ve insanlık dışı olduğunu anladığımızda, şu soruyu sormamız gerekiyor: Atalarımızın günahlarını neden savunalım?
Cinayet cinayettir, tecavüz tecavüzdür, katliam ise katliamdır. Sırf atalarımızdan biri bu eylemleri gerçekleştirdi diye, bunları yok saymak, ya da mantıklı bir siyasi gerekçe bulup meşrulaştırmaya çalışmak ahlakın neresine sığar? Belki de artık, “Başkalarının atalarının bizim atalarımıza ne yaptığı” hikâyelerinden çok, “Bizim atalarımızın başkalarının atalarına ne yaptığı” üzerine konuşmanın, iğneyi kendimize batırmanın vakti gelmiştir.
Tarih, sadece kendi tarafımızdan bakıldığında bulanıklaşır. Kabilecilik ya da bir gruba körü körüne sadakat, insanın vicdanını susturabilir. Oysa tarih, sadece bir kimlik yarışının değil, insan olmanın sorumluluğunun bir aynasıdır. Atalarımızın yaptığı eylemleri sorgulamak, onları suçlamak değil, gelecekte bu tür trajedilere zemin hazırlamamak adına bir vicdani görevdir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü sırasında yaşanan bu trajediler, sadece çok azı tarih kitaplarına geçmiş olaylar değil. Bunlar, gerçek insanların, komşuların, dostların hikâyeleri. Birbirini koruması gereken insanlar, birbirini nasıl çiğ çiğ yediklerinin hikayesi. Özünde kötülük tohumları olan insanlığın, tarih boyunca tekrarlanan ve bugün de devam eden sınavı. Başkalarının kahramanlık kisvesi altında yaptıkları şenaatleri sahiplenerek, neden vicdani sorumluluk alalım.
Vicdanla bakmayı öğrenmeden, tarihten çıkarılacak dersler eksik kalır. 100 yıl önce yaşanan olayların taraflarının torunları olarak ister Türk olun, ister Kürt olun, ister Ermeni olun, isterse Rum olun, “Benim tarafım haklı, diğer taraf suçlu” demek yerine, “O dönemin trajedilerini nasıl anlayabilir ve gelecekte böyle acıların tekrarını nasıl önleyebiliriz?” sorularına odaklanmak gereklidir. Gerçek bir tarih okuması, ancak vicdanın rehberliğiyle anlam kazanabilir. Tarih güç mücadelelerinin yankısı olarak savaşların ve zaferlerin hikayelerinden ibaret tutulduğu sürece ne vicdanımıza, ne bireysel ahlakımıza, ne de hakikate hizmet edemez.
Tarih, Yarış Değil Ders Olmalı
Sonuç olarak, kimlikler üzerinden sürdürülen “biz de acı çektik” ya da “onlar da bize şunları yapmıştı” yarışları, insanlık onuruna aykırıdır. Tarihte yaşanan trajediler, kimin daha çok acı çektiğini ispatlamak için bir araç olmamalıdır. Aksine, bu hikâyeler bize bir daha böyle olayların yaşanmaması için ders veriyor olmalıdır.
Bir arada yaşamayı öğrenmek, geçmişi inkâr etmek ya da savunmakla değil; onu dürüstçe kabul etmek ve bu acıları tekrar yaşamamak için bireyin vicdanını sürekli sorguladığı ortak bir ahlak geliştirmekle mümkün.
Komentarze