Not: Bu yazı ilk defa siyasetkahvesi.net adresinde yayınlanmıştır.
Vicdan ve İnsanlık
Vicdan, konuşulması zor ve derin bir konudur. Örneğin, birisini öldüren bir insanın benzer ya da daha kötü bir şekilde öldürülmesi, içimizde bir rahatlama hissi yaratabilir mi? Kötülük yaptığını bildiğimiz bir insanın kendi maruz kalacağı kötülüklerin içimizde yarattığı serinlik, vicdan sayılabilir mi? Bunlar kolay cevaplanacak sorular değildir. Zaten insanlık da kolay bir şey değildir.
Hukukun Tarihsel Gelişimi
Tarih boyunca toplumların ötekileştirme ve aşağılama pratikleri sürekli var olmuştur. Hukuk, insanlığın bu karanlık yanlarına bir çerçeve sunmak için ortaya çıkmıştır. Şehir devletleriyle birlikte gelişen hukuk, öncesinde kabile ve aşiret düzeyinde basit normlarla işliyordu. İnsanlar 100 kişilik kabileler halinde yaşarken hayat daha basitti. Ancak bugün bulunduğumuz noktaya, yaklaşık 5000 yıllık bir yolculuktan sonra geldik. Bu noktada, hukukun gelişiminde Batı’nın yolculuğu ve Batı toplumlarının vicdanıyla hesaplaşma süreçleri belirleyici olmuştur.
Batı’nın Hukuk Yolculuğu
Hukukun gelişerek bugünkü insan merkezli haline gelmesinde Roma hukukuyla başlayan ve Rönesans, Reform ve Aydınlanam aşamalarından geçen Batı’nın hukuk yolculuğu önemli bir rol oynamıştır. Kölelik, her ne kadar Batı’da sanayi tipi ağır ve yoğun bir sistem olarak varlığını sürdürmüş olsa da, köleliğin kaldırılması yine Batı’nın kendi toplum vicdanını temsil eden insanların mücadelesiyle mümkün olmuştur. Örneğin, Amerika’da kölelerin, köleliğin devam ettiği güneyden, köleliğin kaldırıldığı kuzeye kaçırılması için gizli örgütler kurulmuştur. Bu örgütlerin mensupları kendi hayatlarını tehlikeye atarak, kendi toplumlarıyla yani çoğunlukla kavga ederek köleliğe karşı mücadele etmiştir. “12 Yıllık Esaret” adlı film, bu mücadelenin insan hikayesi üzerinden anlatıldığı güzel bir örnektir. Batı’daki bu dönüşüm, bireyin değerinin yeniden tanımlanmasına ve hukuk sisteminin bu değer üzerine inşa edilmesine olanak sağladı.
Bireyin Değeri ve Hukukun Evrimi
Batı toplumlarının hukuku ve vicdanı üzerinden verdiği bu mücadeleler, bireyin değerinin keşfedilmesinde önemli bir rol oynadı. Bugün bireyin değeri üzerine konuşabiliyoruz. Ancak bundan 500 ya da 1000 yıl önce birey bu kadar değerli görülmüyordu. Eşitlik kavramı da zamanla gelişmiştir. Batı sömürgeciliği, her ne kadar Doğu dahil tüm dünyayı sömürmüş olsa da, insanın değerli bir varlık olduğu fikrini ve eşitliği geliştiren hukuk sistemini oluşturmayı da başarmıştır. İnsanlık fikrinin yaşadığı bu büyük sıçramanın bedeli ise büyük acılarla ödenmiştir. Güney Amerika yerlileri, Aztekler, İnka halkları ya da Avustralya’daki Aborjinler, daha üstün silahlara ve teknolojiye sahip Batılı topluluklarla karşılaşmalarının sonucunda büyük kötülüklere maruz kalmış ve büyük bir toplumsal yıkım yaşamışlardır. Ancak Batı, akla dayalı bir toplum olduğu ve hümanizm ideali üzerine bir sistem kurduğu için bu kötülüklerin üstesinden gelmek adına kendi içinde mücadele etmiştir.
Hukuku toplumdan soyutlayarak ele aldığımızda, onun giderek herkesi daha eşit, daha özgürlük sahibi, daha saygı duyulan vatandaşlara dönüştüren bir evrim geçirdiğini görüyoruz. Her ne kadar kölelik, Amerika’da 1860’larda kaldırılmış olsa da, bunun sosyal hayata tam olarak yansıması uzun yıllar almıştır. Siyahiler, Amerika’da 1950’lerde başlattıkları hareketlerle yerleşik hukuku zorlayarak temel haklar kazanmışlardır.
Hukuk ve Sosyoloji İlişkisi
Hakların verilmesi ile insanların bu hakları tam olarak kullanmaları arasında geçen süreç bazen 100 yıl veya daha fazla sürebilir. Bu gecikmenin temel sebebi, hukukun toplumdan soyutlanamayacak bir şey olmasıdır. Bu yüzden hukukun bir şeyi yasaklaması, onun sosyal hayatta uygulanacağı anlamına gelmez. İngilizler tarafından 19. yüzyılda sömürgeleştirilen Hindistan’da da benzer bir süreç yaşanmıştır. Üç bin yıldan fazla varlığını sürdüren kast sistemi, Müslümanların Hindistan’ı ele geçirmesinden sonra bin yıl boyunca bozulmadan devam etmiştir. Ancak dünyanın en ayrımcı ve keskin sınıf ayrımlı toplumunu yaratan bu sistem, ancak İngilizlerin gelişiyle değişmeye başlamıştır. Her ne kadar İngiliz sömürgeciliği birçok adaletsizlik yaratmış olsa da, Batı yasalarının insanın eşitliğini ve yüceliğini esas alan değerleri zamanla Hindistan’da eşitlik adına bir enerji yaratmıştır. Yaklaşık 150 yıl sonunda, hâlâ çok derin bir Dalit (kast dışı sayılan ve tüm temel hakları yok sayılan topluluk) ayrımcılığı sürse de en azından Dalitlere hakları için mücadele edebilecekleri bir ortam yaratılmıştır.
Türkiye’de Hukukun Sorunları
Sonuçta hukukun toplumsal hayatta pozitif etki yaratıp, hak ve özgürlüklerin yerleşik hale gelmesi için o toplumun kültürü ve sosyolojisinin bu değerleri desteklemesi gerekir. Eğer bu yoksa, Batı’nın ürettiği değerler üzerine kurulu insan merkezli hukuk, taşındığı toplumda hiçbir zaman kök salamaz. Bugün Türkiye’de hukukun ve hakların bu kadar zayıf bir durumda olmasının temel sebebi budur. Türkiye, hukukun üstünlüğü ve bireyin en değerli varlık olduğu fikrini kabul edebilmiş bir toplum değildir. İşin aslı, yaklaşık 200 yıldır yaptığımız gibi sadece Batı’ya öykünerek, onların kitaplarının boş fotokopilerini çekip, onlar gibi giyinmeye çalışarak bir yere varılamaz. Şimdi bu yüzeyselliğin ortaya çıkardığı boşluklarla yüzleşiyoruz.
Toplumsal Dönüşüm İçin Fırsatlar
Olumlu tarafından bakarsak, ülkemizde şu anda işkence edilen, en temel hakları ellerinden alınan, çocuklarına yaşama hakkı verilmeyen ve onurlarıyla oynanan milyonlarca vatandaşımızın yaşadığı büyük acılar, yeni bir toplumsal düzen kurmak için bir fırsat yaratabilir. Daha önce toplumun merkezinde olan ve başkalarının yani azınlıkta olan “ötekilerin” acılarını görmeyen bu milyonlarca eğitimli insan, bugün öteki olmanın ne demek olduğunu hızlandırılmış bir kurs gibi öğrenmek zorunda kalmıştır.
Ne kadar acı olsa da, belki onların yaşadığı bu kötü deneyimler, hukukun üstünlüğü, bireyin değerliliği ve toplumsal adalet üzerine yeni bir yapı kurmak için bir şans yaratabilir. Sonuçta acılar yaşanmadan böyle bir değişimin mümkün olmadığını bir kez daha görüyoruz.
Sonuç
Yaşadığımız büyük acılar, toplumsal uyanış ve insanı, hangi dine, hangi ideolojiye bağlı olduğuna bakılmaksızın insan olduğu için sayan bir düzenin kurulması için bir başlangıç noktası olabilir. Türkiye siyasal toplumunun bu fırsatı değerlendirip değerlendiremeyeceği, tarihte yaşanan bu büyük kötülüklerden ders alıp almadığına bağlıdır.
Comentarios