En yüksek ahlaki standartları korumak konusunda ciddiysek, hangi değerlere sahip olduğumuz ve neden sahip olduğumuz tartışması önemlidir. Bizden zaman, mekan, kültür, olarak ayrı olan diğer insanların vicdanını ancak kendi vicdanımızdan yola çıkarak anlayabiliriz.
Vicdanı düşünürken kaçınılması gereken en az üç karşıt eğilimden birincisi vicdanın tamamen bir kalp meselesi olduğu fikri, ikincisi tamamen bir kafa meselesi olduğu ve üçüncüsü tamamen toplumsal baskı meselesi olduğu fikridir.
Vicdanın kökeni sorusu söz konusu olduğunda terim hala genel olarak doğuştan gelen bir ahlaki duyguya atıfta bulunmak için kullanılır. Geleneksel görüşler arasında ana karşıtlar, vicdanı yalnızca deneyimin bir ürünü olarak gören ampirizm ve onu doğuştan gelen bir “yeti” ya da en azından insanlığın genel bir sistemi olarak gören nativizmdir.
Batının fikir temelini teşkil eden olgu aydınlanma çağı olsa da ortaçağ vicdan teorileri ve eski kaynaklar büyük ölçüde bu temele katkı sağlamıştır. Vicdan kavramı zamanla geliştiğinden, konuya doğrusal bir yaklaşım benimsemek ve bir arka plan bilgisi ile başlamak gerekir.
Ortaçağ düşüncesinin merkezinde yer alan çoğu felsefi kategorinin aksine, vicdan kavramının kökeni Platon veya Aristoteles değil Yunan oyun yazarlarıdır. İngilizce "vicdan" kelimesi Latince “conscientia” kelimesinden türemiştir . Yunanca karşılığı “Synderesis”tir. Her iki terim de "kişinin kendisiyle bilgi paylaşma" durumunu veya eylemini ifade eder. Antik Yunan'da “Synderesis” kelimesi, kişinin başkalarının davranışlarına değil, kendi davranışlarına ilişkin ortak bilgi ve farkındalık anlamına gelmekteydi. Romalı düşünür, devlet adamı, oyun yazarı, Roma Stoası döneminin kurucu filozofları arasında olan Senecatarafından bu bilgi ahlaki bir karaktere büründürülerek MÖ 1. yüzyılda – “conscientia” ahlaki bir bilinç, hatta ahlaki bir yargı haline geldi. Ancak Philo tarafından yalnızca ahlaki bir otorite olarak anlaşıldı. İkinci olarak vicdanın yanılabileceği, verdiği talimatların yanlış olabileceği ancak yanlış olsun ya da olmasın, insanın onun hükümlerini takip etmek zorunda olduğunu ortaya atmıştır.
“Synderesis” ve vicdan her iki gelenekte de ortak bilgi, egemen bir bilinç eylemi anlamına gelmiştir. Çoğu zaman suçluluk veya özgüven duygusuna yol açan bu vicdan kavramı ancak Aziz Pavlus (Paul) ile daha belirgin hale geldi. St. Paul, ahlaki teoride "vicdan" teriminin tarihinde tamamen yeni bir aşama başlatmış ve vicdana yeni bir özellik katmıştır. Bu da vicdanın eylem gerçekleşmeden önce yönlendirici bir rol üstlenmesidir. Antik Romaanlayışında vicdan eylem gerçekleştikten sonra ortaya çıkan bir duyguydu.
Vicdan anlamına gelen İbranice veya Aramice bir kelime yoktur. Bu nedenle Eski Ahit vicdandan söz etmez; İncil suçluluktan, umuttan ve ödülden söz ederken Yunan İncilleri de dahil vicdan kelimesi geçmemiştir. Vicdan kelimesi Eski Ahit'te olduğu gibi, İsa'nın sıklıkla kullandığı "Ne mutlu yüreği temiz olanlara", (Matta 5:8) gibi yürek” sözcüğü Eski Ahit'te vicdanın yerini alarak "yürek" kelimesi eşanlamlı olarak kullanılmıştır. Elbette vicdana buna karşılık gelen başka eşanlamlılar da vardı.; örneğin, uyuyan düşmanı Saul'u öldürmeyen, yalnızca ceketinin ucunu kesen Davut'tan söz ederken: "Sonra yüreği onun üzerinde atmaya başladı" (Samuel: 24:6.) Burada “Vicdan azabı”, “atan kalp” olarak yorumlanmıştır. “Davut suçunu itiraf etti ve Tanrı'dan bağışlanma diledi” Burada da vicdan suçluluk duygusu olarak yer almıştır.
Ancak Aziz Pavlus’da bu kavram şu şekilde de karşımıza çıkmaktadır. Romalılar 2: 14'teYahudi olmayanlara şunu da söyler: "Yasa, vicdanlarının ve aynı zamanda birbirlerini suçlayan ve mazeret gösteren düşüncelerinin tanıklık ettiği yüreklerinde yazılıdır." "Yasa" derken ne Hz. Musa'yı ne de Roma yasasını kastedilmiş, daha ziyade iyilik yapmak için genel ve doğal bir yasa gerekliliğini kastedilmiştir. Putlara kurban edilen etin yenmesi konusunda bunu daha da somutlaştırmıştır. “İnançları nedeniyle hukuk vicdanından kurtulmuş, güçlü bir vicdana sahip olan ve pagan tanrılara kurban edilen etleri temiz bir vicdanla yiyen Korint'tekiHıristiyanlar, yine de zayıfları hesaba katmalıdır. Hıristiyan kardeşlerinin vicdanları bu eti titizlikle yemediler; çünkü Pavlus'a göre, Hıristiyan vicdanı zayıf insanlara yönelik olmalıdır.
Özetle, vicdanın MÖ beşinci yüzyıl Yunan edebiyatındaki kökenlerinden, MS. birinci yüzyıla kadar olan aşamasının sekiz özelliği vardır:
Başkalarının bilincinden ziyade, kendinin bilincinde olmayı gerektirir.
Kişinin kişisel olarak bağlı hissettiği değerlerden yararlanır.
insanın kendisiyle paylaştığı gizli bilgiye sahip bir "ben"dir.
Başlangıçtaki amacı “geriye dönük” veya yargısalken daha sonra “ileriye dönük” veya yasama işlevine sahip olmuştur
Genel ahlaki ilkelerden yararlanmasına rağmen, esas olarak bunların kişinin kendisini içinde bulduğu özel koşullara uygulanmasıyla ilgilenir.
Başlangıçta laik bir kavram olarak ortaya çıktı.
Hıristiyan geleneğinde vicdan hataya açıktır.
Vicdan bilişsel nitelikte olmasına rağmen motive edici veya duygusal güce sahiptir.
Aziz Jerome, hakim olan anlayışa göre sahibinin ne kadar ahlaki açıdan yozlaşmış olursa olsun, synderesis'in asla kaybedilemeyeceğini kabul eder. Ahlaki anlayıştan yoksun olanların varlığını kabul ederek, insanların suçları konusunda ne utanma ne de içgörü sahibi olmadıklarında vicdanın yere serildiği veya yerini kaybettiğini savunur. Synderesiskaybedilemiyor vicdan kaybedilebiliyorsa, o zaman bunların ruhun ayrı özellikleri olduğu sonucuna varır.
Peter Lombard'ın (1095-1160) vicdan kavramının evrimindeki rolü tartışmasızdır. Biri doğal olarak iyiye, diğeri günaha yönelik iki motivasyon olduğunu söyler: Birincisi insanın doğal olarak iyi olanı istemesidir. Neden doğal olarak? Ve neden buna “doğal” denir? Çünkü insan doğasının motivasyonu, hiçbir kusur olmadan yaratıldığımız orijinal halinde böyleydi ve buna uygun olarak “doğa” denir. Çünkü insan doğru bir iradeyle yaratılmıştır […] Bu nedenle insanın doğal olarak iyi olanı istediği doğrudur, çünkü o iyi ve doğru bir iradeyle yaratılmıştır”. Bu görüş on altıncı yüzyıla kadar yankısı devam eden bir etki yaratarakOrtaçağ ilahiyatçıları tarafından yorumlanmıştır.
Bunlardan biri olan Stephen Langton (1155–1228)’a göre; ahlaki yaşamla ilgili olan ruhun üç gücü ( vires ) vardır : şehvetli arzu, akıl ve synderesis. Şehvetli arzu, aklı kötü olana doğru çeker -özellikle şehvet günahına doğru- , synderesis ise onu iyiye doğru yönlendirmeye çalışır. Bu iki dürtü arasında karar vermek aklın işidir. Karar özgürlüğü aklın iradeyi şehvetin veya synderesisin dürtülerine göre seçim yapmaya yönlendirmesinin sonucudur.
O halde, synderesisin amacı aklı ahlaksızlıktan uzaklaştırmaktır. Çünkü bu, “bir kişinin doğal olarak kötü olandan nefret ettiği ve rasyonel gücün bir parçası olan” bir yetenektir. Böyle bir güç söndürülebilir mi? Evet ve hayır.
Yüksek Orta Çağ'da, Fransiskanların başı Bonaventure (1221-1274) ve Dominikanların başı Thomas Aquinas (1225-1274), doğuştan ahlaki yetenek fikrini benimsedi. Onlar , “iyiye eğilim” olarak doğuştan gelen, doğal bir ilkel vicdan ( synteresis ) ile kültürel tarih tarafından belirlenen durumsal bir vicdan ( conscientia ) arasında ayrım yaptılar. Aquinas, kişinin doğru ve yanlış bilgisiyle irade ve aklın nasıl etkileşime girdiğine dair tartışmaya hem synderesis'inhem de vicdanın zekaya ait olduğunu ileri sürerek cevap vermiştir. Geniş anlamda, ‘synderesis ve vicdan insan zekası ile ilahi bilgelik arasındaki bir bağdır’. Thomas, ilkel vicdanı, yalnızca insanın değil, iyilik yapmak ve kötülükten kaçınmak için ilahi iradenin sözcüsü olarak anlayarak; akıl, vicdan ve irade olarak üç aşamalı bir süreçle açıkladı ( conscientia). Her ikisi de her insanın iyiliğe karşı doğal bir yatkınlığa sahip olduğunu savunmuştur.
Bonaventura, doğal ilksel vicdanı “iyilik yapma arzusunun dürtüsü” olarak yorumlamış ve durumsal vicdana bu dürtüyü iradeyi sınayarak somut bir karara dönüştürme görevini vermiştir. Bu anlayışı savunanlar göre akıl ve iradenin, eylemi somut vicdan kararlarına dönüştürebileceğine inanıyorlardı (örneğin bir insanın savaşın tahribatını ve adaletsizliğini düşünerek vicdani bir kararla askerliği reddetmesi vb gibi). Bu anlayış vicdanın akıldan ziyade iradede bulunduğunu ileri sürer. Din eğitiminin amacı irade eğitimi (Bonaventure) ve akıl eğitimi (Thomas) yoluyla öğrencilerin vicdana dayalı doğru kararlar almasına yardımcı olmaktır.
Bonaventure'ın dediği gibi:
“Teorik bilgi düşüncemizi teorik olduğu ölçüde mükemmelleştirir, vicdan ise düşüncemizi pratik olduğu ölçüde veya bizi eylemlere yönlendirdiği ölçüde mükemmelleştiren bir eğilimdir.”
Böyle bir eğilim doğuştan mıdır yoksa sonradan mı kazanılmıştır? Bonaventure'a göre vicdan kısmen doğuştan, kısmen de sonradan kazanılmıştır.
On dördüncü yüzyıl ilahiyatçısı Ockham'lı William (1285–1347) faillerin alışkanlıklaraancak onları edinerek sahip oldukları ve bunları ancak ilgili eylemleri tekrar tekrar yaparak edinebildiği görüşü ortaya atılmıştır. Bu durumda, bir alışkanlığın doğuştan olabileceği fikri Ockham'a tutarsız görünmüştür.
Martin Luther (1483-1546) “iyiliğe olan eğilimin” varlığını reddetti. Bu özerk bir vicdan değil, daha ziyade “Tanrı'nın Sözüne hapsolmuş bir vicdandır”. Bu nedenle Luther, 18 Nisan 1521'de Worms'da imparatora ve imparatorluğa şunu itiraf edebildi: “Vicdanım Tanrı'nın sözüne kapıldı. Ve ben hiçbir şeyi iptal edemem ve istemiyorum, çünkü kişinin vicdanına karşı hareket etmek ne güvenli ne de kusursuzdur”.
Reformasyon'un ikinci kuşağında, John Calvin'le birlikte vicdan, ‘günaha düşülmesine rağmen Tanrı'yı, diğer insanları ve benliği tanıyabilen ve talimat verebilen doğal bir bilişsel organ olarak’ yeniden yorumlanmıştır.
Aydınlanma filozofları John Locke, Jean-Jaques Rousseau ve René Descartes, vicdan özgürlüğüne yönelik hislerini Luther'in "rahat, özgür vicdanına" yöneltme eğilimindeydiler. Ancak onlar, rahatlamış vicdanın Tanrı'ya bağlı doğasını reddederek bu bakımdan reformcularla tamamen çeliştiler. Bunun en açık şekilde görüldüğü filozof Immanuel Kant'ta (1724-1804) tır. Kant; vicdanı, ‘insandaki düşüncelerin birbirini suçladığı ve affettiği içsel özerk mahkemenin bilinci’ olarak tanımlamıştır. Bu “kendini yönlendiren ahlaki bir yargıdır”. İnsan kendisinin suçlayıcısı, sanığı ve yargıcıdır (Tanrı olarak sunulur)(D'Arcy 1961: 8). Bu vicdan özerkliği, her insanın aklının özerkliğiyle mümkün olur. Herkes; kilise, toplum ve gelenek ne olursa olsun, vicdanında mantıklı ve ahlaki olarak yargılama fırsatına sahiptir. Kendi kendini yargıladığında vicdanında özgürdür.
Kant'a göre vicdanın oluşması aslında gereksizdir. Herkes “iç sahasını” istediği zaman açabilir. Ancak çoğu kişi için bu yetenek gizlenmiştir. Bu nedenle eğitimciler iki şeyi teşvik etmelidir: zihin eğitimi ve vicdan gelişimi. Herkesin her an kendini yargılayabilmesi için bu egzersizler gereklidir.
Arthur Schopenhauer'e (1788-1860) göre, Fransız Devrimi'nin girdabında akıl ve vicdanın özerkliği kaybolmuştur. Luther gibi o da vicdanın kaynağının asil akıl değil, ‘karanlık dürtü ve arzular’ olduğuna inanmış, alaycı bir tavırla şunları yazmıştır. “Bazıları, kendisine oldukça etkileyici görünen vicdanının gerçekte nelerden oluştuğunu görseler şaşırırlardı: insan korkusu, arzu, önyargı, gösteriş ve alışkanlık” Ona göre vicdan, ‘doğuştan gelen bir otorite ya da iyilik yapma kapasitesi değil, kişinin içgüdüsel yapısının bir ifadesiydi’.
Schopenhauer'in öğrencisi Friedrich Nietzsche'ye (1844-1900) göre ‘vicdan bir hastalıkve kutsal bir yalandı". “Bu baskıcı hapsolma ve gelenek düzenine sıkışıp kalan, sabırsızlıkla kendini parçalayan adam [...] bu aptal, bu özlem ve çaresiz mahkum, vicdanın, yani vicdan azabının mucidi oldu”. Vicdan hayata anlam vermeye yönelik umutsuz girişimlerdir. Bu da insanları özgür kılmak yerine özgür olmaktan çıkarır.
Martin Heidegger'in (1889-1976) vicdan kavramı din eğitimiyle ilgilidir. Birinci Dünya Savaşı'nın dehşetine rağmen ,vicdanı bir "varoluş çağrısı" olarak yorumlamıştır.
Sigmund Freud (1856-1939) saf bir vicdanı sosyalleşmenin ürünü olarak görüyordu. ‘İnsanlar doğuştan yanlarında hiçbir şey getirmezler. Vicdanın görevi, herkesin içinde bulunduğu toplumda kabul edilebilir bir yaşam sürmesini sağlamaktır’. Bu bakımdan her vicdan fıtratı aynı zamanda bir vicdan doğuşunu da içinde barındırır. Vicdanın kendisini yalnızca ebeveynlerin ve/veya toplumun doğuşuna ve implantasyonuna borçlu olduğu fikri o tarihe kadar yalnızca Freud tarafından temsil edilmiştir.
Dietrich Bonhoeffer (1906-1945), her doğal yatkınlık bilincini, etik açıdan bölünmüş insanoğlunun kendini haklı çıkarma organı olarak damgalamıştır. Öncelikle kişinin “bozulmamış bir çocuk bilinciyle” özgür ve mutlu bir vicdana sahip olmasına izin vermek için kendini bu tür bir gerekçelendirmeden kurtarmasına izin vermek gerekiyordu. Bonhoeffer'a göre ‘Mesih'in kendisi, insanlık dışı yasalara direnmeye cesaret edemeyenler adına protesto etmeye cesaret ettiğinde tüm bu ilkeleri ihlal etti ve bu nedenle suçsuz olarak çarmıha gerildi. O, “insanlardan çok Tanrı’ya itaat etti.”
Ona göre Hıristiyanlar, Mesih'i takip ederken, yukarıda sayılan ahlaki ilkelerle korkakça sorumluluktan kaçan, masum bir şekilde suçlu olan ve vicdanen direnmeye ve acı çekmeye hazır olanları da temsil etmelidir. Tüm toplumların kolektif vicdanı olan Adem vicdanından vazgeçmelidirler çünkü o her zaman kendini haklı çıkarmaya çalışır ve hiçbir zaman sorumluluktan dolayı suçlu olmaya hazır değildir.
1945'in çöküşünden sonra, Erich Fromm (1900-1980) yeniden "hümanist vicdan"dan söz etmeye cesaret eden ilk kişi oldu. Otoriter ve hümanist vicdanlar arasında ayrım yaptı. İlki, tıpkı Freud'un süperego vicdanı gibi, içselleştirilmiş katı bir dış otoritedir, teslimiyet ve itaatin bir ürünüdür. Hümanist vicdan ise bireyin derinliklerinden kendi sesi gibi konuşur.
Gelişim psikologları Jean Piaget (1932; 1952) ve Lawrence Kohlberg (1969) göre hiçbir insanın doğarken vicdanı yoktur çünkü vicdan, kişinin sosyo-ahlaki gelişiminin bir ürünüdür. Ancak onların teorisine göre vicdan aşılanmaz; daha ziyade kişinin kendi ahlaki gelişimi vicdanı veya ahlaki özerkliği üretir. Onlara göre herkes bunu ancak ahlaki gelişiminin sonunda, yani ileri yaşta başarabilir. Piaget ahlaki özerkliği vicdanla eşitleyerek ahlaki gelişim; iç ve dış etkilerin, bilişsel ve duygusal yeteneklerin, olgunlaşmanın ve çevresel birlikteliğin ürünüdür. Bu bir örnek değil, bir bilinçtir; ahlaki özerkliğin bilincidir. Bu farkındalık kişinin hayatı boyunca, özellikle akran grubundaki sosyalleşme yoluyla kazanılır.
Kohlberg de vicdandan yalnızca ahlaki gelişimin sonunda, yani yalnızca beşinci ve altıncı aşamalarda bahsetmiştir “Ceza ve itaat yöneliminde” (birinci aşama) ve “hazcı-egoist yönelimde” (ikinci aşamada) çocuk yalnızca kendi mutluluğuna yönelmiştir ve henüz bir vicdana ihtiyaç duymamaktadır. “İyi erkek ve iyi kız ideali” (üçüncü aşama) ve “hukuk ve toplumsal düzen” (dördüncü aşama) yönelimi, çoğunluk davranışına dayandığı için bireysel bir vicdan kararı gerektirmiyordu. Yalnızca “müzakere edilecek toplumsal sözleşmelere yönelim” (beşinci aşama) ve “ilke yönelimi” (altıncı aşama) bireyin özerk-ahlaki ve vicdani kararlarına dayanıyordu. Kohlberg'e göre ‘vicdan aynı zamanda yalnızca birkaç kişinin başarabildiği yaşam sürecinin gelişimsel bir ürünüdür’ Bunda eğitimin rolü büyüktür. Eğitimciler iç ve dış dünya arasındaki sürekli değişimle (uyum, asimilasyon, denge) başa çıkmaya yardımcı olmalıdır. Çünkü: Ahlak gelişimi, ahlak eğitiminin amacıdır. Ahlaki özerklik veya vicdan birincil ama nadiren ulaşılan bir hedef olacaktır. Aşağıdaki örnek vicdan özerkliğinin nasıl ipotek altına alındığına dair bir örnektir:
1945 ile 1951 yılları arasında Landsberg Savaş Suçları Hapishanesinde yargılanan ve idam edilen adamları takip ederek yapılan Kellenbach'ın araştırması, Landsberg'de kaydedilen 285 idamdan yalnızca üç adamın vahşetleri için açık bir pişmanlık ifadesi verdiğini ortaya koymuştur. Bunun yerine, darağacına çıkan adamların çoğu, suçlarından kişisel bir sorumluluk duygusunu kabul etmeyi reddetmiştir. Masumiyetlerini ileri sürerek bunu da sıklıkla galiplerin adaleti tarafından mağdur edilmiş olma hissine bağlamışlar ve neredeyse hiçbiri pişmanlık ifade etmemiştir. https://doi.org/10.1080/03612759.2014.894402)
Vicdanın batı kaynaklarına göre günümüze kadar evrimi özetlendiğinde çok uzun bir süre bu konunun teoloji ile açıklandığı görülür. Hatta “dini-ahlaki merkezi otorite” olarak vicdan, dogmatik ve etiğin doğrudan temeli haline getirilmiştir. Ancak vicdan; insanla Tanrı arasındaki buluşma yeri olduğu gibi aynı zamanda insanla insan, insanla tarih, insanla doğaarasındaki de buluşma yeridir.
Özerk bir vicdan fikri vicdanın gelişimi konusunda en tutarlı olan yaklaşımdır. Buna örnek olarak bir savaş alanının küçük çocuklar ve yetişkinler tarafından yorumlanması örneği verilebilir. Küçük çocuklar savaş meydanlarındaki parçalanmış bedenleri kanlı manzaraları bağımsız olarak yargılarken, yetişkinler çoğunlukla savaşın nedeni, kazananı kaybedeni, yani heteronom (dışa bağımlı ahlak) olarak yargılar. Bu nedenle, vicdan eğitiminin amacı vicdanın geliştirilmesi olamaz; daha ziyade vicdan kararlarının her zaman öz ve dış belirleme ile şekillendiği bilincini arttırmak olabilir.
Günlük yaşamın olağan akışında zayıf, olağanüstü durumlarda artan şiddette olsa da, değişen yoğunluktaki vicdan duyguları tüm eylemlerimize eşlik eder.
Vicdan, ister bir iş olsun ister bir ihmal olsun, kişisel bir yanlışın bilinçli olarak farkında olduğunda bir "tanık" olarak hareket eder. Bir eylemin yapılması gerektiğine karar verdiğinde "bağlar" veya "tahrik eder". Son olarak, geçmişteki bir eylemin ahlaki olarak kabul edilebilir olup olmadığına karar verdiğinde "suçlar", "eziyet eder" veya "azarlar". Vicdan genellikle iki ana yolla çalışır. 1. İleriye dönük olarak yapmamız gereken şeyin bu olduğunu emreder. 2. Sonra geriye dönük olarak da işler ve yapmamız gereken şeyin farkında olmamıza rağmen, yapmadığımız şey için suçlu hissetmemize neden olur. Ancak vicdanlar hem aşırı duyarlı hem de yetersiz olabilir, bu da vicdani farkındalığımızı geliştirebileceğimiz veya vicdanımızın sesini ve gücünü bastırabileceğimiz anlamına gelir.
Vicdanın buyrukları doğal yasaya karşı gelmez, eğer gelirse bu hatalı bir vicdana katkıda bulunur. Kişi evrensel öncüllere ilişkin cehaleti durumunda, suçlanabilir çünkü ahlaki yasayı bilmek kişinin yükümlülüğüdür. Vicdan karşıtı eylem ya cahillik ya ahlaksızlığa ya da "kötü geleneklere" (kötü iknalar, spekülatif konular ve bozuk alışkanlıklar) sahip bir kültürde sosyalleşmiş olmanın sonucudur .
------
Kaynaklar
Gül, F. (2008). Vicdanın neliği üzerine: Rousseau-Kant örneği. Kaygı. Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Dergisi.
Kahveci, K. A. (2012). JJ Rousseau’da ahlâkî vicdan ve değeri. Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi (ÇÜİFD), 12(1), 205-213.
Griech-Polelle, B. A. (2014). A Matter of Conscience. History: Reviews of New Books, 42(3), 75–77. https://doi.org/10.1080/03612759.2014.894402
Natsoulas, Thomas. “Consciousness and Conscience.” The Journal of Mind and Behavior, vol. 21, no. 4, 2000, pp. 327–52. JSTOR, http://www.jstor.org/stable/43853938. Accessed 19 Nov. 2024.
Lewis, C.S. (1960). Studies in words. Cambridge, England: Cambridge University.
Comments