top of page

Vicdan ve Hukuk

Yazarın fotoğrafı: Selçuk KozağaçlıSelçuk Kozağaçlı

Selçuk Kozağaçlı Hakkında: Çağdaş Hukukçular Derneği’nin uzun yıllar genel başkanlığını yapan Selçuk Kozağaçlı, Soma maden katliamı, KCK Avukat dosyası, faili meçhul cinayetler davası gibi bir çok toplumsal davada avukatlık yaptı. Avukat Selçuk Kozağaçlı, 13 Kasım 2017 tarihinden beri Silivri Hapishanesindedir ve halen Çağdaş Hukukçular Derneği’nin Onursal Başkanıdır.


Voltaire’in Kutsal Roma Germen İmparatorluğu hakkındaki eğlenceli tespiti bizi isimlendirme konusunda uyarır:


“Kutsal değildi, Roma’lı değildi ve elbette imparatorluk da değildi...”

Yaklaşık bin iki yüz yıl önce Neustria-Frank kralı Şarlman’a, şaibeli Papa III. Leo tarafından taç giydirildiği sırada bu isim tamlamasının telaffuz edildiği doğruysa da tarihsel olgu yakından incelendiğinde ortada ne kutsallık ne de imparatorluk bulunduğu görülebilir. Voltaire haklıdır.


Kutsanan olgu değil, isimde kullanılmış bir arzu halindeki iddia veya daha doğrusu temennidir. Olandan çok “olması gereken”e; diyelim ki olması istenene işarettir bu.


ÇHD Onursal Başkanı Av. Selçuk Kozağaçlı
ÇHD Onursal Başkanı Av. Selçuk Kozağaçlı


“Vicdan Vakfı” ismi seçilirken de bugün elde bulunmayan güzelliklerin anısının, hatta yakın geçmişimizde bu konuda maalesef pek ışıltı bulunmadığından, gelecekten umudumuzun dile getirildiğini sanıyorum.


Umut her daim insana dair ancak vakfiyenin musaḥḥah hâline ulaşmak amacıyla küçük bir sohbet mümkündür. Yanlış anlaşılmamak için mütevelli heyetindeki gayet sahih (ve sahiha) insanların dostum olduğunu ve mücadelelerini hayranlıkla izlediğimi bilmelisiniz. Düzeltilmeye ihtiyacı olan onlar değil. Derdim şu ki, elde bulunmayan hukuk ve vicdan geleceğe izafe edilmeli, bu nezih topluluğun emeğini vakf-ı muzaf hâline getirmesin.


İnsana dair umuda ben de sahibim fakat sanıldığı kadar yaygın olmadığını bilmelisiniz. İnsanlığın –küll halinde– ahlaki değerini bilmek istiyorsak tarihsel kaderine bakmanın yeterli olduğuna inananlar vardır: Yokluk, perişanlık, mutsuzluk ve ölüm. Schopenhauer; “...eğer dünyadaki tüm mutsuzluğu terazinin bir kefesine ve tüm suçluluğu diğerine koysak ibre dengeyi gösterir.” der.


Kısacası, şu yoldan dünyada gördüğümüz eziyetin türümüze miraslı olduğu, sızlanmalarımızın ise –sanat eserine dönüşmüş takdire– kıymetinin bulunmadığı söylenmektedir.


İnsana kıymet biçmek yargı işidir. Sadece hukukta olduğu gibi kurumsal ve dolaylı muhakemeden değil, vicdanda olduğu gibi kişinin ahlak değerleri üzerine dolaysız ve kendiliğinden yargılama yapmasını sağlayan güçlerden konuşuyoruz. Kişisel ve toplumsal varoluşumuzda böyle güçler olduğuna –ve onlara tabi olduğumuza– inanmak aynı zamanda hukuk ve vicdanın bizi insani kötülükten koruyabileceğine duyulan inançtır.


Ne demek insani kötülük? Nietzsche’nin isabetli ayrımı yetsin şimdilik: “...doğadan gelen acıyla yaşamayı öğrenebiliriz, bize katlanılmaz gelen insandan kaynaklanan zulümdür ki bunu suç olarak algılarız.”


Tanım bazı tereddütlerimi ortadan kaldırmıyor. İnsani yaşama kıymet yükleyebilmek için eylemleri ve fikirleri yalnız olgu üzerinden değil; kaynakları, imkânları, yolları, etkileri ve sonuçları üzerinden vasıflandırmak ihtiyacındayız. Analitik dile hiç yüklenmeden basitçe söyleyeyim: Fiziksel acı ve psişik ıstırabı hepimiz tanıyoruz. Bu iki hâl insanlık tanımına o kadar içkindir ki yoklukları ölümcül patoloji kabul edilir. Acı çektiğini hissetmeyen canlı vücut bütünlüğünü sakınamayacağından kısa zamanda ölür ve acı çektiğini hissetmeyen –suçun bile değil– psikolojik patolojinin konusu kabul edilir.


Şimdi, soru şudur: Hukukun ve vicdanın –bu iki tecrübeli ve cazibeli sahtekârın– bizi fiziksel acıdan yahut psişik ıstıraptan yani kötülükten koruma vaadini ne kadar ciddiye almalıyız?


Belki öncesinde kötü üzerine konuşmalıyız; nedir ki kötü? Mesela şunlar:günah (din), çirkin (estetik), yanlış (ahlak), düşman (ideoloji), acı (felsefe), hasta (tıp), anormal (psikoloji) ve elbette aç, yalnız, güvensiz, korkmuş, çaresiz, mutsuz, tutsak…


Öyleyse bunlara sebep olana mı diyoruz kötülük diye?


Eğer zihinsel evreninizde sevap, güzel, doğru, dost, haz, sağlık, normallik ve benzerleri “iyilik”le ilişkilendiriliyorsa kötü budur. İnsani kötü ise bunların doğadan değil insandan kaynaklanmasıdır. Bir elimiz olmadan doğduysak çekeceğimiz sıkıntıyı hiç fark etmeden mutlu bir yaşam kurmak mümkündür; ancak elimiz insanlar tarafından kesildiğinde kabul edilemez bir ıstırap çekeriz. Daha bilindik örnek; yoksulluğun içine doğmuş olanların yokluğa dayanma kapasitesi veya isyan eşiği çok yüksekken, elindekinin bir kısmını kaybeden orta sınıfların aniden yaşadığı acı, ‘hallerini’ doldurabilir. İçine doğulan yoksulluk “doğal” varsayıldığından, insan kaynaklı bir kötülük olarak düşünülmez; ancak son bordrodaki ücret kesintisinin bize birisi tarafından dayatıldığı ortadadır.


İşte Hukuk ve Vicdan’ın uygulamada boydan boya kat ederek bizi insani kötülükten korumasını beklediğimiz zemin burasıdır. Yapabilirler mi? Hayır ama bu imkânsızlık, iddia etmelerine, hatta insani kötülüğü aşmadan denemelerine engel olmaz. Yaptıkları yapamayacaklarını gösterseler de, gizlediklerini gizlediklerini de göstersin.


Örneğin “günah” olanı ceza kanununun konusu yapmış bir devlette, sokakta günahkâr döven kamu görevlisi kendisini Tanrı tarafından işe alınmış gibi hissedecektir. “Çirkin” olanı yozlaşmış bulup meydanlarda yakmaya teşvik eden kararname rejimi, sanat eserinin tüketicisine hiç ulaşmadan sansürlenmesine yasal izin veren rejimin mantıksal uzantısıdır. Zihinsel veya bedensel açıdan “normal, sağlıklı, güzel, iyi, verimli olmadığını” düşündüğünü iğneyle uyutmaya (yakmaya, kapatmaya, sürmeye...) izin veren rejim, hukukun bütün bu “iyiliklerin” temini için kullanılmasının en tanıdık formudur.


Dostun ve düşmanın tespitini hukuka bıraktığınızda, bugün de içerisinde kıvrandığımız “Düşman Ceza Hukuku” tarafından paralize edilirsiniz. Oysa dostu ve düşmanı tespit edebilmenin toplumsal açıdan daha güçlü, geleneksel –hatta türsel– yolları vardır.


Tarihsel deneyimimiz, hukukun varsayılan “iyilik” disiplinlerine kısa devre yaptırılmasının ne kadar acı verici olduğunu defalarca gösterdi. Acı ama yüzleşmeliyiz: Hukuk bizi insani kötülükten korumaz. O basitçe kurulu dünya düzeninin –kâğıda basılmış ve rulo yapılarak bükülmüş– görüntüsüdür. Dünyayı hukukla anlamaya çalışmak kadar hukukla düzeltmeye çalışmak da büyük emek israfıdır. Seviyoruz işte yine de.

Kasaba helal et sertifikası vermekten kız öğrencinin etek boyuyla başörtüsüne karışmaya; aklı top oyununda kalmış oğlana sabah sabah andımızı veya artık amentümüz her neyse onu ezberden bağırtmaya yönetmelikle karar verince düzen kurulmuş olmaz.


Düzen tokluk, yaratıcılık, uyum ve imkân gerektirir; hiçbiri hukukun işi değil.


Belki vicdan işe yarar?


Hukuk ile vicdanın konvansiyonel olarak temas ettiği noktadan başlayalım, yargıcın “vicdani kanaatine göre” karar vermesi. Savcıya, avukata, tanığa, bilirkişiye, kâtibe, mübaşire, adli kolluğa verilmemiş bir ruhsat karşımızdadır. Muhakeme unsurları içerisinde sadece ve sadece yargıç “vicdani kanaatine” başvurabilir.


Elbette “kimse ağzından çıkan sözün efendisi değildir” ve yargıç da kanaatini bildirdikten sonra, artık kendisine değil hükme ait olan sözü eleştirmemize, denetlememize hatta değiştirmemize izin verecek şekilde davranmalıdır.


Yargıcın gerekçeleriyle birlikte paylaşmak zorunda olan vicdanı denetime ve düzeltmeye açıktır. Demek ki temyiz ile düzeltildiğinde, yani başkasının (üstün) kanaati tarafından ortadan kaldırıldığında, yargıcın da uygun bir biçimde düzeltilerek –yeniden– endişe etmesi gereken kişisel görüşünden ibarettir. Bu ise vicdanın doğasına aykırı olduğundan aradığımız dolaysız ahlaki yargılama olamaz. Öyleyse hâkimin vicdani kanaatinin esasen vicdanla falan ilgisi yoktur ve “düzeltilmeye açık bir kişisel görüş” ifadesidir. Geçtik.


Vicdan daha tehlikeli sularda çalışır.


İlmeğin düğümünü boynun tek seferde kıracak ve acıyı uzatmayacak şekilde bağlamayı öğrenmek için, ücret beklemeksizin fazla mesai yapan cellat vicdan sahibidir.


Terminal dönem hastalığının onmaz ve dayanılmaz acısına son vermek için çok sevdiğini öldürebilen vicdan sahibidir. Oysa çok az din, hukuk veya ahlak normu bunu meşru kabul eder.


Size çok şiddetli bir “azap” gibi görünüyor olabilir ama vicdan yasal olarak engellenmemiş veya toplumsal açıdan meşru kabul edilen emirleri söz konusu olduğunda bile notu yüksek bir ahlak hocasıdır. Cezası az ve orantısızdır.


Stephen Dedalus’un annesiyle ilgili vicdan azabı nedeniyle şairini hatırlamaya çalıştığı şiiri düşünün: Prick of Conscience(Vicdanın İğneleyişi)


Ölüm döşeğindeki annenizin bir parça daha mutlu ölmesi için, artık inanmadığınız bir dinin ritüellerine bağlanmış gibi davranacak kadar ilkesiz, yalancı veya zayıf karakterlik olmak vicdanınızı rahatlatmanın tek koşulu olduğunda, iğnenin ısırışı modern insan için zannettiğiniz kadar korkutucu değildir.


Elbette canı yanar, ama şairi hatırlayamaz.


Hukuka değil belki ama vicdana haksızlık ettiğimi düşünüyor olabilirsiniz. Bir başka okunuşunda (v e c d â n) coşarak kendinden geçme halini de kapsayan, doğru bir şeyi bulma, görme duygusunu neredeyse doğrudan dine veya inanca bağlayan bu güzel kelime, kadınlara isim olarak verilirken merhamet, erkeklere isim olarak verilirken coşkunluk hali hatırlatılmak istenir gibidir: Vecd.


Hukuk ve vicdan sahibi olamayalım demiyorum. Bunların bizi insani kötülükten kurtarma iddialarını ciddiye almayalım diyorum.


O vakit nasıl korunacağız kötüden?


Bildiğimiz şu; bireysel değil toplumsal bir mekanizmaya ihtiyacımız var. Coşkun veya merhametli değil akılcı temele. Acıya değil hazza, sınırlanıp kısıtlanmaya değil fiziksel ve psişik potansiyelimizin geliştirilmesine muhtacız. Birlikte yaşamanın dayatılmış, tahammül edilmiş, kurgulanmış, düzenlenmiş bir oluş değil, türsel bir varoluş olduğunu bilerek davranmaya ihtiyacımız var.


Bunu ancak politikayla gerçekleştirebiliriz. Hukukun ve vicdanın kirletmediği bir politik alana ihtiyacımız var. İnsanın toplumsal varoluşunu tahrip eden mülkiyeti, sözleşmeyi ve haksız fiili; toleransı, tahammülü ve zoru ortadan kaldırıp birbirimizle gerçekten ilişkilenmeye ihtiyacımız var.


Politika sadece eşik elbette. Eşik içerisi demek değildir. Evrendeki evimize henüz girmedik, kapıdayız. Ben varoluşumuzun bir anlam taşıdığını ve gelecekte daha iyi, güçlü güzel insan toplumları inşa edeceğimizi düşünecek kadar romantikim. Bunun mümkün olduğuna akılla destek bulacak kadar sosyalist ve bunun için hapis yatabilecek, geldiğinde ölümden –umarım– korkmayacak kadar devrimci olduğumu da sanıyorum. O yüzden kendimi yasayla veya ahlakla değil politikayla tarif etmeyi tercih ediyorum: Mücadele ve direnişle.


İyiliğe dinden, inançtan, cesaretten, sanattan, güzellikten, merhametten gelecek olan yok mudur? Var elbette, olsun lütfen. Doğru kavşakta buluşmak üzere, kim hızlı ulaşmışsa diğerlerini beklesin.


Herkesi sevgiyle kucaklıyorum ve mücadelenizi saygıyla selamlıyorum.


Biz kazanacağız.

19 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comentarios


bottom of page